9 Temmuz 2010 Cuma

senin bildiğin kadar benim unuttuğum var!

Sevgili blogsever insanlar, uzun bir aradan sonra hayatın anlamını yine vermeyeceğim bir yazı ile karşınızdayım. Lost vermemiş ki bu konudaki anlamı ben neden vereyim. Nasıl bir finaldi o öyle hayatın anlamı şöyle dursun ne anlama geldiğini bile anlayamadım. O canım hikaye örgüsüne eğreti duran bir şey. Neyse bahsedeceğim şey bu değil zaten. Anlamsız sözler dizileri takıldı kafama daha doğrusu anlamsız demeyelim de anlamını benim çıkaramadığım sözler.

Bu kategoride incelenmeye başlanması gereken söz bence “senin bildiğin kadar benim unuttuğum var”. Bu nasıl bir kendini üstün göstermedir; unuttuğu bilgilerin çokluğu ile kaşıdakini ezme çabası, nasıl bir kendini bilmezlik, boş başlılık söyleyecek daha hafif söz bilemiyorum. Argoda aynı amaç için kullanılanları bile bundan çok daha mantıklı iskambil kağıtlı, ıstakalı ya da çoban fantezili olsa bile.

Duyduğum an da bende devre yakan diğer söz ise “ hızlı giden atın boku seyrek düşer”. Bir işi hızlı, acele yapmaya kalkarsan bir şeyleri gözden kaçırabilirsin tamam ama bunu anlatmanın yolu bu mudur? Bırak at hızlı gitssin boku da seyrek düşsün yol üzerinde peş peşe 10 küme bok görmek kimi tatmin etmiş de bunu söylemiş anlayamıyorum.

Şimdilik aklıma bu kadar geldi bir de bir birine zıt sözler yok değil ama onları ataların ikiyüzlüğü ile açıklamak bence kafi, fazla kafa yormaya hakkında karalamaya gerek yok. Aylar sonra yeniden görüşmek dileğiyle ve bildikleriniz unutmamanız öğüdüyle hatta unutsanız bile bunun hoş bir şey olmadığının farkında olmanız umuduyla...

22 Kasım 2009 Pazar

başlığı olmayan yazı

Kendisi olduğu yerden bir adım öteye geçememiş bir insan için değişim asla kabul edilemez oluyor. Zihinsel değişimin insan gelişimi içersinde olmasından bihaber olan insanların fiziksel değişimi bile anlamlandırması oldukça güç. Etrafta bu gibi insanlara çok fazla rastlanır. Sizi en son altınıza bez bağlı haldeyken gören birisi aradan 20 yıl geçtikten sonra gördüğünde kendi dökülen saçlarının, bükülen belinin dahi farkına varmayarak aradan geçen zamanın sanki 20 dakika olduğunu düşündüğünden midir nedir muhabbeti 20 yıl öncesinde tutma çabasından bahsediyorum. Sevgili okuyucu, bu agresif girişin nedeni çağın twitterdan önceki buluşu olan facebook sayfama ilişen bir not. Bundan 11 yıl önce aynı sırada oturduğum birisi az önce anlattığım örneğe birebir uyum sağlıyormuş. Görmüş olduğu sadece bir fotoğraf, bıraktığı not eski beni istediği üzerine bir şeylerden oluşuyor. Herhangi bir şey söyleyemedim. Asla 14 yaşıma geri dönemeyeceğimi biliyorum, bu durumu anlatmak için de sözcüklerin kifayetsiz kalacağı aşikar. Bundan 11 yıl öncesini anımsayarak bir beynin varlığını ortaya koyuyor ama farklılaşmaya koyduğu tepki nasıl kullanacağını bilmediğini gösteriyor. Söz beyne gelmişken ne kadar da ilginç bir organ öyle değil mi? Omurganın ucuna bağlı, kafatasının içinde cıvık cıvık bir yapı. Bana bu yazıyı yazdıran, sana bu yazıyı okutan, bana mantıklı, başkasına kabuledilemez düşünceler üretebilen. Tam anlamıyla kişisel bir organ.

9 Kasım 2009 Pazartesi

acz

İnsanların kendilerini mutlu hissetmek için nedenleri vardır. Bu neden beni ilgilendirmez, umursamam da. Sanat olabilir, bilim olabilir, homoseksüel ilişki olabilir, heteroseksüel ilişki olabilir, uyuşturucu olabililir. Örnekler elbette çoğaltılabilir ama zaman kaybetmeden senin de anlayacağın üzere mutlu olunmasını anlayamadığım nedenlerim var onları söylemek istiyorum sabırsızlıkla. Milliyet ve din. Kendini bir topluluğun içinde hissettiği için ya da sürekli bir varlık tarafından izlenip, sınavlara tabi tutulduğu için mutlu olanlar hele bir de bunları sentez yapanlar var; falan ırka mensup olduğu için tanrıya müteşekkir olanlar. Bunda anlamayacak ne var senin anlayabildiğin nedenler birer bağlılık, aitlik hissetme, anlayamadıklarım dediğinde öyle, daha dikkatli bak gerizekalı dersen bana. Ben de sana bunlar tercihindir, vücudunun gereksinimidir derim, diğerleri de elinde olmayan senin asla belirleyemeceğin şeylere kendini adamaktan başka bir şey değildir, moron musun? Derim. Gücenme. Kendini bu kadar aciz hisseden, mutlu olmak için daha doğrusu mutlu olmaktan öte kendini tanımlayabilmek için bu tip şeylere(sözcük dahi bulamadım) ihtiyacı olan türün zayıf örnekleri(bunların içinde bulunan zayıflardan bahsetmiyorum, onları genel olarak zayıf addediyorum) Darwin’e(bilimsellik de kattım gördüğün gibi) göre yok olmalıydı fakat insanlık tarihi görüldüğü kadarıyla bu şekilde geldi ve gidiyor.
Duruma kattığım bilimselliği Charles Darwin ile boş yere yapmadım, onun henüz öğrendiğim bir tanımlamasını sizlerle paylaşmak istediğim için yaptım. Konuyla da çok alakalı değildi. Buraya getirene kadar az da kıvranmadım. Bence bu çabamı takdir etmelisin.
Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar, uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar tavuk olur.
Tavuk toplum, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz! ...

3 Kasım 2009 Salı

sosyal kaygı içerikli yazı

Bir ay beklemeden bir yazı daha yazıyorum, şaşıracaksın bu duruma, belki de bir ay sonra fark edeceksin bu yazıyı ama inan bana çok bir şey kaybetmiş olmazsın o zaman da. Zira hayatın sırrını bu yazıda da vermeyeceğim, daha buna hazır değilsin.
 Bir süredir (son yıllarda) gerek sinemada gerekse tvde yakın tarih konulu filmler, diziler oynatılmakta. Yakın tarih üzerine yapılan bu tür çalışmaların üzerinden bir süre geçtikten sonra yapılması elbette ki mantıklı olandır, Kenan Paşayı ressam olarak bilen neslin türemesi başlamışken yapılması da mantıklı. Ancak beni rahatsız eden bir konu var; memleketin 68 kuşağı o dönemde karşı koydukları miliyetçiliği ulusalcılık adıyla kabullenmişken, onların bu dönüşümüyle 78lilerin kafaları karışmışken, kısacası memlekette solcu kalmamışken zamanında böyle insanlar vardı onlara işkenceler edilerek sindirildi ve soyları tüketildi akıllı olun sağa çeken dünyada ters tarafa yatmayın imajımı verilmeye çalışıyor anlam veremiyorum.
 Güler Zere adında dhkp c üyesi bundan 14 yıl önce anayasal düzeni yıkmaya çalışmak suçundan ömür boyu hapse mahkum edildi. Aylar önce devamlı hastalığı gerekçesiyle cumhurbaşkanı tarafından affı istendi adli tıp hayır dedi. Bugünlerde yine gündemde. Cumhurbaşkanı gerekli yazıların kendisine ulaşmadığı için bir şey yapamadığını söylüyor. Kendisine ulaşmayan belge adli tıpın aldığı kararsa ulaşsa dahi yapabileceği bir şey yok çünkü kabul etmediler. 1982’den beri süre gelen şu anayasal düzenin bekçilerinin bana kalırsa bir kişi bile olsa tamamen elden ayaktan düşmeden o raporu hazırlayacağını hiç sanmıyorum. Dünya hakkaten sağa çekiyor, müsait bir yerde inmek isteyende tabutu hazır olmadan salınmıyor.
 Bugün biraz meclis tvye gözüm takıldı ve milletvekillerinin haftalık mesailerinin 12 saat olduğunu öğrendim affınıza sığınarak anaflaktik şoka girdim. Asgari ücretle çalışan bir işçinin mesaisi yanılmıyorsam haftalık 40-45 saat. Küfürler bile kifayetsiz kaldı bir an için. Bir hükümet milletvekili bu konuyla ilgili konuşurken çıkması gereken yasalar olduğu için çalışma süresinin arttırılması yönünde grup önerisi verdiklerini anlatıyordu.
Bugünlük bu kadar sosyal duruş yeterli diye düşünüyorum çünkü düşünmek ve yazmak yordu beni.

1 Kasım 2009 Pazar

bana bulaşma

Dikkat!!! Bu yazı yoğun baskı sonucu başlanmıştır, bir konusu olmayabilir şimdiden vazgeçebilirsin okumaktan. Bu baskılar sesli olduğu gibi sesin duyulamayacağı uzaklıkta yazılı tezahür etmekte. Karşı koyamadığım baskılar sonucunda ülkenin en önemli gündemi hakkında başlıyorum yazmaya.

Domuz gribi. “İnfluenza a” tipi olarak bilinen bir virüstür bu sayın okuyucu. Domuz, kuş ve insan içinde dolaşır, çeşitli şekiller alır. Son popüler hali h1n1 olarak kodlanmıştır. Çıkışı biraz heyecan verici olmuş, kuş gribinin öldürücülüğü yanında birde yayılmacı özelllik kazandığı sanılmış dünya velveleye verilmiş ama artan vaka sayısı yanında ölen sayısı az kalınca ayakta yedi gün, yatarak bir hafta ve bir de aşı uygun görülmüş tedavi için. Aşı demişken bununla ilgili komplo teorilerisine de değineyim ki yazı uzasın, sen de hala sıkılmamışsan sıkıl ve uzaklaş buralardan. Başlıyorum ve sana kaçman için süre tanıyorum. Bu aşının sadece ülkemize gönderildiği, insanların kobay olarak kullanılacağı yönünde. Bu dedikodu zannediyorum aşının İngiltere’de uygulanmaya başlamasından sonra son bulur. Amerika’da aynı aşının uygulanmamasının nedeni aşı protokollerinin farklı olmasından kaynaklanıyor. Bu elemanlar canlı aşı uygulaması yapıyorlarmış, bunun ne demek olduğunu elbette bilmiyorum ama aşının içindeki şu an adını anımsayamadığım(arayıp bulmaya da üşendim çok fena ama “a” ile başlıyor. Bu sana ip ucu olsun istersen sen bul) bir madde bu protokolün dışında kaldığı için farklı aşı kullanacaklar o aşı burada sadece hamilelerde kullanılacak. Tüm bunları sizlere yarın uygulanacak aşıyı koşa koşa gidin yaptırın demek için söylemedim, sonra yarın gidip, aşıyı olup, vay ben ölüyorum diye bana sızlanmayın. Tınlamam bile. Benim için bu aşıyı ürkütücü yapan; bu kadar yayılmacı özellikteki bi virsün zayıflatılmış halinin de olsa vücudumda dolaşması. Hele hele beni tedavi edecek doktorun dolaşım sisteminde bu zayıflamış virüsün öncelikli sınıf sıfatıyla dolaşması.

İş bu zorunlu yazılan yazı bu noktada bitmiştir. Yazıyla ilgili bir ufak not virüsle oturup muhabbet edemediğim için virüs konulu kısımlarda duyulan geçmiş zaman kullandım, masal havası yaratmak için değil.

20 Eylül 2009 Pazar

var mısın? yok musun?

Rus edebiyatından Turgenyev’in babalar ve oğullar kitabıyla dünyada nam salan, içeriği bakımından benimsenmesinin oksimoron oluşturduğu bir görüş, nihilizm. İnsan türünün evrim süresince farkına varabildiği yalnızlığını sözcüklerle ifade etmesi. Edebiyatta roman kahramanları üzerinden anlatılagelen bir terim olduğu halde, roman yazacak kadar enerjim yok, tembelim diyen Emil Michel Cioran kesinlikle hiççiliği tam anlamıyla karşılayan biri. İnsana dair tüm duygulardan kendisini tamamen sıyırmış ve insanı tüm çıplaklığıyla, roman karakterlerine sığdırmadan denemelerle anlatmış.

Bilmsel verilere bakıldığında bir türün ortalama var olma süresi ortalama yüz bin yıl ve insan türüde bu süreye ulaşmak üzere. Nihilizmin artan popülaritesi belki bu açıdan bakıldığında bir anlam kazanabilir. Ortada olan yüz bin yıllık bir tecrübe var. Öğrendiklerinin, hissettiklerinin ve bunlarla birlikte yaşadığın bir hayatın sana ait olmaması, bu yaşantının sana öğretilenlerden başka bir şey olmadığını düşünmek, binlerce yıl boyunca evrilen genlerinden içgüdüsel olarak beyin kıvrımlarında yer etmiş olması.

Bu edebi giriş ve bilimsel gelişmenin ardından sonuç; yaşanan her gün daha da içe kapanma. Tazeliğin ardından gelen çürüme, kokma ve artık en sonunda bırakın başka bir şeye değer vermeyi kendine verdiğin değerin bile kalmaması, yokoluş.

3 Eylül 2009 Perşembe

seni istiyorum İsveç

Nerden geldiğini bilmediğim bir tutku. Orada yaşayan insanlar sanki evrimde son basamağa ulaşmış yüce insanlarmış gibi onların içinde yaşamak. Kuzey sözcüğünün yaptığı kutup çağrışımına aldırmadan o soğuğu hissetmek, o soğuk ve köşeli mimarisini seyretmek. Çocukluğumda en çok oyun oynadığım parka ismini veren Olof Palme’nin başbakanlık yaptığı ülkeye gitmek istiyorum (hoş 90’larda yükselen siyasal islamla birlikte o parkın adı Çeçenistan parkı olmuştu), sosyalist devlet tanımını; biz insanlarımızı dünyanın diğer sosyalistlerinden farklı olarak zenginlikte eşitleyeceğiz(iskandinav sosyalizmi) diye yapan ülkede var olmak istiyorum. Silahlanmaya duyduğum karşıtlığa rağmen yaptığı silah ihracatını göz ardı ederek, silah ihracatına karşı olan dışişleri bakanı Anna Lindh’in suikaste uğramasına karşın arkama bakmadan gitmek istiyorum. Opeth gibi ilahım yerine koyduğum bir grubu bağrından çıkardığı için, bağrıma basmak istiyorum İsveç’i.